Yalnızlık Tiryakileri

Buğuları silelim, pencereleri açalım, yalnızlık inlerini havalandıralım. Mavi saçlara, kahveli bardaklara bir su tutalım. Kalabalıklarla kucaklaşalım.

Yalnızlık Tiryakileri

YAZAR

“Kalabalıklar içinde yalnız kalmayı öğrendim… Sağanak yağmurda, dar bir saçak altına sığınmış bir kedi yavrusu gibi... Yarım yamalak sığınmış ama çoktan sırılsıklam olmuş bir kedi yavrusu…

Büyümek dedikleri buymuş meğer… Hep bahsederlerdi ama bu kısmını anlatmazlardı… Belki onlar da yalnızdı… Neyse, sorgulamayı bırakalı uzun zaman oldu zaten… Hangi sorumuzun yanıtını bulabildik ki gerçekten…

Beni en iyi kedim anlıyor sanırım… Çünkü o da terk edilmiş… Tıpkı benim gibi… Bir saçak altında, sırılsıklam…

Geçenlerde içten bir kahve yaptım kendime… En afilisinden… Bardağı iyice doldurdum… Boş tarafı, içimdeki dolmaz boşlukları anımsatıyordu çünkü... İki avucumun arasına aldım ki üşüyen içimi ısıtsın..."

En yakınımdaki kitaba uzandım sonra… Hızlıca açtım bir yerinden ve yumuldum… Kokladım sayfalarını en derinden...

Sonra okumaya koyuldum… “Yalnızlar durağına bir bilet.” diyordu kitaptaki adam… Tereddütsüz ekliyordu... Tek yön…

Canını acıtmış olmalı biri… Belki de birileri… Hepimizin hayatında yok mu öyle birileri… O yüzden yalnızlığa olan yolculuğumuz bile, bir ileri iki geri…

Ah benim yalnızlığım… Sokak lambası altında, penceremi gözleyen kavalyem… Beni terk etmeyen dostum… Cam buğusundan geceye karışan hayallerim… B612’den bana el sallayan Küçük Prensim… Yalnızlığım… Senden ötesi yok, seni seveceğim… Seninle doğdum… Seninle yaşıyorum… Seninle öleceğim...”

Böyle sürüp gider bu destan... Yalnızlık destanı… Kalabalıklar içinde yalnızların, alabalalıklar içinde küçük kara balıkların devrik cümleli aforizmaları… “Yalnızlık huydur bende biraz…” diyorlar ya, bu arkadaşlardan bahsederken bile üç noktayla biten devrik cümleler huy olup bulaşıyor elinize, dilinize… Adeta kedi tüyü gibi…

“Benim Babam Senin Babanı Döver”

Hava atmak iyi bir şey değildir elbette ancak çocukluğuma, ergenlik dönemime şöyle bir bakıyorum; arkadaşlarım birbirine varlıklarıyla hava atarlardı. Çok şükür ailem sokakta salatalık yemeyi bile “Olan var, olmayan var, ayıptır.” diye bellettiği için hava atanlardan olmadım. El açmak da ayıptı tabi.

Hava diyorduk… Mahallemizin sokaklarında kimisi üttüğü taso/misket sayısıyla övünürdü, kimi Barbie bebekleri ve evcilik setiyle. Kimisi de Bianchi bisikletinin tekerini kaydırarak hava atardı. O malum ışıklı düdüğe basarak hızla sokaktan geçmeleri de cabası.

Okula başladık sonra. Önlük kuşağına yetişenlerdenim. Yeni ortaokula geçen kuzenimin önlüğünü giydim. Yakalıklarım yeniydi, düğmesini iliklediğimiz yer sürekli yırtılırdı, dikilmez hale gelince yenisini alırdık. Sınıfın zengin çocukları Rotring kalemleriyle, yandan çarklı kalemtraşlarıyla, Monami pastel boyalarıyla hava atarlardı. Bianchi ve Rotring, “Orijinal mi değil mi?” tartışmalarının odağındaydı.

Beslenme çantasından çıkan salam, sucuk, kaşar da hava atmanın aracı olabiliyordu. BİM, A101, Şok gibi marketler bakkal gibi yaygın değildi o zamanlar. Ya iyisini alabiliyordun ya alamıyordun.

Ortaokula geçince hava aracı bilgisayar oldu. Şu an anlamsız gelebilir ama bilgisayar alan komşuya toplanıp hayırlı olsuna gittiğimizi unutmuyorum. Ödev çıktısı almak için çekinerek bilgisayarlı komşunun kapısını çalardık. Bayram ziyaretlerinde “Hayırlı olsun, internet bağlatmışsınız.” gibi konuşmalar oluyordu. ADSL ışığının sabitlenip ilk internete bağlanma anı unutulmazdır.

Liseye geçtik sonra. Kameralı, iyi hoparlörlü telefonlar hava aracı haline geldi. Akabinde Nokia 5800 ve Samsung E250 ilk çıktığında büyük prestijdi. “Ver bir tur da ben oynayayım.” diyerek elden ele gezdirirdik o telefonu. Herkesin internet paketi yoktu, bedava internete girmenin yollarını araştırırdık. 0.facebook.com o dönem ünlüdür.

Yokluktan yeni yeni çıkan bir kuşak olduğumuz için böyle olsa gerek. Varlığı bulan gösterme ihtiyacı duyuyordu, “Görmemişin malı olmuş…” misali.

Paylaşmasını da bilirdik elbet. Hâlâ da biliriz. Kantinden alınan çubuk kraker sınıfa giderken kaç saniye dayanabiliyor?

Bu arada, böyle anlatınca “Nerede o eski bayramlar.” nostaljisiyle taş devrinden bahsediyormuş gibi olmasın. Biz değişime tanık olduk, yeni kuşak değişimin içine doğdu.

Kargaya Yavrusu Şahan Görünürmüş

2002’den sonra serbest piyasa ekonomisinin palazlanmasıyla beraber 2011’e kadar Türkiye’ye yüklü sıcak para aktı. Bu sayede suni de olsa bir refah sağlandı. Bankalar  kredi kartı vermek için birbiriyle yarıştı. “Anında kredi, cepte kredi, mesaj at gelsin, cebinde bil, rahat ol, sıkıntı yok” reklamları bu dönemde patlama yaptı. Okul kredisi, bayram kredisi, genç adamsın lazım olur kredisi gibi krediler türedi. İnsanlar kolayca ev, araba almaya başladılar. Tatile gitmek lüksken tatil kredisiyle o da kolaylaştı.

Buna paralel olarak yeni nesil ile modeli gelişti. Psikoloji ve eğitim bilimleri camiasında “Aşırı Korumacı Aile Modeli” diye adlandırılan bu model, sanki çok büyük acılar ve yokluklar çekmiş, kıtlıktan çıkmış gibi çocuklarını “rahat ettirme” yarışına girdiler.

Bebekler eliyle yüzünü çizmesin, yuvarlanıp düşmesin, kendini anne karnında hissetsin ve rahatça uyusun diye kundaklanır, sarıp sarmalanır. İşte bu aile modeli bebeklikten sonra da çocuklarını kundak gibi sarıp sarmaladılar. Çocuk yere düşmeden kaldıran, burnu akmadan burnunu silen, ne istese alan bu aile modeli, çocuklarına en büyük kötülüğü yaptığının farkında değildi.

En iyi kurslara yolluyordu. Gitar isterse akşamına hazırdı, keman isterse yarın dükkan açılınca. Kurstan sıkıldıysa bıraksındı. Yeter ki rahat etsindi.

En iyi dershanelere, en iyi özel ders hocalarına yolluyordu. Ödülle ders çalıştırıyor, ödev yaptırıyordu. En iyi okul kıyafetlerini alıyordu. İyi giyinmek herkesin hakkıydı, oğlunun/kızının neyi eksikti?

Çocuk hata yaptıysa olsundu. Sorumluluk kime gerek? Aman çocuğum rahat yaşasındı.

Aylar, yıllar su gibi geçti, “kıymetlimiss” büyüdü, artık kundağa sığmaz oldu. Her şey o zaman başladı. Varlıkla övünen kültürden yokluk, yoksunluk, yalnızlık kapıştıran, “Senin yalnızlığın, benim yalnızlığımın önünde diz çöker, af diler.” diyen bir iklim baş gösterdi.

“Geçenlerde Evde Oturuyorum… Ama Nasıl Yalnızım…”

Hayatta iyiyle kötü daima iç içedir. İnstagram’daki rahatlatıcı videoların rahatlatma sebebi de budur, orada kötü ve hata yok. Top, halkanın içinden kusursuzca geçiyor, marketteki kutu tam ona uygun olan boşluğa kusursuz oturuyor. Oysa doğada entropi diye bir gerçek vardır. Yapım da yıkım da hayatın gerçeğidir. Gül, yumuşak yaprağından ibaret değildir, dikenleriyle vardır. Bugün yalnızlığın propagandasını yapan o sözde edebiyat dergilerinin kapağına taşıdığı Neşet Ertaş’ın Nar Tanesi türküsü şöyle der: “Bu dünyada sevmeyenler, ahrette neye yarar?” Ahiret, ölümün, ayrılığın, acının, kaygının, hasretin olmadığı bir yer olarak tasvir edilir. Dolayısıyla yaşam da, kavuşmak da, mutluluk da anlamını yitirir. Yer çekimsiz, sürtünmesiz ortamda herkes uçar, ahirette herkes sever. O yüzden neye yarar, ne kıymeti var?

“Hamdık, Hamız, Çiğleşelim”

Bu suni bolluk ortamı insanları hayatın gerçeklerinden, kaygılarından uzaklaştırmaktadır. Dolayısıyla, “Hamdık, Piştik, Yandık” diyen felsefe ebedi hamlığı, hatta çiğliği yüceltmeye dönüştü. Bu da orta sınıf ve burjuvada daha sık görülen lümpenleşmeyi bir virüs gibi emekçi sınıfların çocukları içinde yaygınlaştırdı. Borçla orta sınıfa yakınlaşan emekçi çocukları hem borçlandırıldılar hem de lümpenleştirildiler. Bu lümpenliğin “itemleri” sırasıyla şöyle:

-Instagram mizah sayfaları,

-Kafa üstü kulaklık,

-Kopyala yapıştır edebiyat dergileri,

-Küçük Prens ve Tutunamayanlar

(İleri seviye için 1984 ve Fahrenheit 451),

-Kedi

“Yıkıkları Etiketliyoruz”

Sosyal medyada önemli yer tutan mizah ve edebiyat sayfaları, sistemli bir yalnızlık propagandası yapıyor. Önceki sayımızda da değindiğimiz gibi, birbirinin kopyası yüzlerce sayfa, “Dam Üstüne Çul Serer Remix” vb. müzikler eşliğinde bizlere, intihar, depresyon, yorgana gömülme görüntüleri aktarmaktadır ve “Anlık Mood” diyerek bu ruh hallerini normalleştirmekte, insanları melankoliye, yalnızlığa özendirmektedir. “Aga be..” başlıklı kurgu WhatsApp yazışmaları da bunun cilasıdır. Bu sayfalara göre “yıkık” ve “yalnız” olmak için yüzlerce sebep var. Kendimize manik depresif/bipolar gibi teşhisler koymamız çok “havalı”. “Ayrıldığı sevgilisinin arkasından sigara izmariti atan adam”ın bohemliği “etkileyici”. “Ne kadar yalnız yaşarsak ne kadar dibe vurursak o kadar iyi.”

Kolunu arkadaşının omzuna atan, yemeğini paylaşan, içten gülen, bir çalışma üzerine odaklanan insan görüntüleriyle bir “Anlık Mood” paylaşımı yapılmamaktadır. Çünkü sistemin kaygısı karamsarlık, yalnızlık ve bencillik yaymaktır. Arkadaşlığı, mutlu bir aşkı yalnızca erişilmez olarak, hüzünle yâd edilecek eski günler olarak bize yansıtmaktadır. Hatta bazen bir tuzak...

OT, KAFA, KAFKA, PÜSÜR Dergileri 

Her sistem kendi edebiyatını da yaratmak zorundadır. Ulusal devletin inşası süresince milli edebiyat gelişmiştir. Millet öne çıkar. Toplumculuk, sosyalizm kuvvet kazanmaya başladığında, milletin paralelinde, sınıf aidiyeti öne çıkar.

Liberal bir sistem kurulmak istendiğinde ise orada “ben” öne çıkar. Her şey “ben”in etrafındadır. Çünkü yalnız “bir”leri yönetmek çoğul birliği yönetmekten kolaydır. Bu edebiyata göre insanlık yalnız “ben”lerden oluşmaktadır. Bireysel kaygı ve sevinçler dışında bir duygu yoktur. “Ben”in dışındaki varlıklar da genellikle “ben”in kötülüğü için vardır. Onlara karşı “ben”lik korunmalıdır. Kimseye güven yoktur.

Özellikle son yıllarda mantar gibi türeyen bu dergilerin içinde işlenen konulara bakıyoruz, insanlık yararına çalışmak, toplumun sorunlarına çözüm geliştirmek, toplumun acıları ve sevinçleriyle duygudaş olmak yok. Peki ne var? Çay var içersen, ben var seversen, yol var gidersen. -Aşık Veysel(!) Her satırında, her sayfasında bir yalnızlık övgüsü, “Anne karnı huzuru, çocukluğumun sesi…”

Sistemin kundakta büyüttüğü savunmasız insanların hayata karşı korku ve endişelerini istismar eden bu dergiler, yağmurdan kaçan insanları yalnızlık sığınağına çağırıyor, bir yalnızlar toplumu kurmak istiyor. Bir arada ama ayrı, “kalabalıklar içinde yalnız…”

Kim Bu Birileri?

Bu dergilere göre dünyada “birileri” var. Bu “birileri” herkesin hayatında. Hep aldatılıyoruz, kazıklanıyoruz, yarı yolda bırakılıyoruz, çelme yiyoruz, yerde tekmeleniyoruz… Hayatında eline keser almamış insanlar şu satırları yazıyor “Çekiç çiviyi defalarca öper, öptükçe ayrılık büyür. Çekiç çiviyi hatırlamaz, çivi çekici unutmaz.” Göz yaşlarımı tutamıyorum, Cafer getir peçete…

Çeviriyoruz sayfaları, saçlarını kestirip maviye boyayan acılı kadınlar, “bağzen”ler “bağzı”lar, x candır, x iyidirler, “Damar Sözler” sayfasından kopyala yapıştır yapılmış yüzlerce şiirimsi... Hepsinin altında da İkinci Yenici şairlerin, yer yer halk ozanlarının imzaları.  Üniversitede arkadaşının yerine imza atan çoktur ama Aşık Veysel’in, Turgut Uyar’ın yerine imza atmak da bu dergilere nasip oldu.

“Bir Yeşilçam karakteri ölse de kapak yapıp ekmeğimizi bulsak.” diye ellerini ovuşturan bu dergiler, “Herkesin bir gideni vardır, içinden bir türlü uğurlayamadığı…” sözlerini kapak yapıp Turgut Uyar’ın imzasını atmışlardı. Çok göze battığı için dergiyi toplattılar ancak göze batmayan binlercesi varlığını sürdürüyor.

Bu dergileri en güzel Nazım Hikmet’in dizeleri betimliyor:

onlar ümidin düşmanıdır sevgilim

akar suyun

meyve çağında ağacın

serpilip gelişen hayatın düşmanı

Bu arsız dergiler bu dizeleri bile yalnızlığı sevmek için gerekçe gösterebiliyorlar. Her satırında mutsuzluk, her satırında karamsarlık olan bu dergiler elbette nihilizmden besleniyorlar. Bu ideolojiye göre dünyada her şey anlamını yitiriyor, yaşam anlamsızlaşıyor. “O yüzden bugünü yaşa. Yarın için üretme, kendin için tüket. Herkes kötü, sen de kendi yoluna bak.” Açıp dinlemediğimiz halde sürekli maruz kalarak her sözünü ezbere bildiğimiz pop şarkıların hepsi de bunu öğütlemiyor mu: “Ben seni sevdim, sen terk ettin, sen kaybettin.” Haydi hayırlı olsun.

Bu dergilerle kökteş olan Kaybedenler Kulübü filminde yine aynı kültürü görüyoruz. Yiyip içip kaçıp gezmek. Her gün başka biriyle “ilişki” yaşamak. Filmin sonunda kendisiyle çelişen bir cümle var. “Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?” Bu söz de elbette karamsarlık için yazılıyor ama çarpıcı. Herkes kazık yediyse kazık atan kim? Herkes terk edildiyse terk eden kim? Herkes “birileri” tarafından incitildiyse, “canı yandı”ysa bu can yakan kim? İllumünati gibi mistik bir topluluk herkesin sevgilisi/arkadaşı olup insanların moralini bozmak için dolaşıyor olamaz. O halde bu işte bir terslik var.

Yalnızlık Kütüphanesi

Bu kütüphanenin vazgeçilmez kitapları Küçük Prens’tir. Daha iyi bir toplum yaratmak için toplumu eleştirerek yazılan kitap, toplum düşmanlığının dolgu malzemesine dönüştürüldü. İçindeki eleştiriler “İnsanlar ne kadar kötü. Yalnızlıktan başka çare yok.” Fikrinin dayanağı oldu. Monotonluk Maratonu parçasındaki Kolera’nın “Büyümek istemiyorum annem babam yaşlanır.” dizeleriyle duygudaş bir anlam yüklendi kitaba. Küçük Prens’in olan bitenden haberi yok tabii. Ne bilsin çocuk.

Bunun bir ileri safhası olan Tutunamayanlar, yazılış itibariyle de insana karamsarlıktan başka bir şey vermemektedir. Karakterlerden Selim, “Tutunamayanlar” üstüne bir ansiklopedi hazırlamaya girişir. Orada kendisini şöyle tanımlar: Bir kasabada doğmuştur. Küçükken ağır bir hastalık geçirir. Altı yaşında büyük bir şehre göçerler. Okula başladığında uzun boylu olduğundan arka sıraya oturtulur. Sınıfta çok konuşur. Ortaokuldayken Pitigrilli’yi okur. -Ahlaksızlığın yazarıdır- Sonra kızlarla dolaşmaya başlar. O sırada Dünya Savaşı patlar. Askerliğini yaparken Kargı ile tanışır. Askerlik bitince açıkta kalır. Kimse ona sahip çıkmaz. Kendi kabuğuna çekilir. Aman ne dram...

Yalnızlığı toplumsal safhaya taşıyan 1984 ve Fahrenheit 451 gibi distopyalar da bu kütüphanenin demirbaşıdır. Distopyalar yapısı itibariyle karamsarlık yayar, insanları yalnızlaştırır, toplumu kötüler. Kaybedenler Kulübü’ndeki gibi soruyoruz, herkes kötüyse, herkes bu kötü sistemin parçasıysa bu kitap neden bu kadar çok satıyor? Kitabı yazan ve okuyan da bu sistemin içinde yaşamıyor mu?

Bu işin artık teorisini üretmek isteyenler için de Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabı hazırda beklemektedir.

Yayınevleri gazete ve televizyonlar gibi yayıncıdır. Kimi gazete şehit haberini manşet yaparken kimi Hülya Avşar’ın selülitlerini manşete taşımayı tercih eder. Kimi televizyon Amerika’ya karşı belgeseller yayınlarken kimisi de Türkiye düşmanlarını daimi konuk yapar. 1984 gibi distopyaları, en iyi tasarımcılara kapak tasarlatıp, en iyi ciltlemelerle yeniden yeniden basan yayınevleri de içinde bulunduğumuz savaşta bir taraftır. “Bestseller” kitapların arkasında yazan “Okuduğum en sürükleyici kitaptı. - New York Times. Bu yazar 21. Yüzyıla damgasını vuracak. -Washington Post” gibi övgüler neden bu kitapların arkasında yazıyor da örneğin Kemal Tahir’in, Yakup Kadri’nin, Attila İlhan’ın, Gorki’nin kitapları arkasında yazmıyor? Çünkü sistem işine geleni, insanları yutmasını kolaylaştıracak yayınları öne çıkarıyor. İnsanı yalnızlaştırmayan, mücadeleye sevk eden, cesaret veren, milletiyle kader birliği yapmasına yol açan kitapları ise ikinci el sahaflara itiyor, ara ki bulasın.

İnsan Düşmanlığının Kılıfı: Kedicilik

Kediler güzel hayvanlardır. Yanı başımızdaki köpekler, kuşlar başta olmak üzere tüm hayvanlar gibi hayatımızı renklendirirler. Üzgün bir anımızda kendilerini sevdirmeleri, anlamlı bakışları, uyuma ve uyanma biçimleri, keyif çatan yatışları bizi mutlu eder. Benim de bir kedim var, Ankara’ya taşındığım için ailemle kalıyor ancak evde değil, doğal ortamında yani bahçe ve sokakta besliyoruz.

Türk milleti hayvanseverdir. Sofra bezini kuşların önüne çırpmak, simit kırıntılarını serçe parmağıyla avuçta toplayıp serçeye atmak, çay tabağına su koymak, kemik artıklarını peynir kabında sokağa koymak gelenektir. Kültürümüzde çok önemli bir yer tutan İslam dini peygamberi Hz. Muhammed’in kedi ve köpeklere dair hadisleri herkesçe bilinir. Çomar diye hor görülen Anadolu insanının birçoğu hayvan besler, suçları bunun şovunu yapmamaktır.

Buraya kadar sorun yok ancak buradan sonra ciddi bir sorun var. Son dönemde garip bir hayvanseverlik türedi. Aslında buna hayvanca severlik demek daha doğru olabilir. Bu hayvanca severlik, kedileri ekosistemin en tepesine yerleştiriyor. Kediyle binlerce fotoğraf paylaşıyor, kediyi ağzından öpüyor, kediye burnunu yalatıyor ve ekliyor: “Asıl nankör olan insanlar…” İşte! Yalnızlık için bir sebep daha. Bu hayvanca severlere göre dünyadaki tüm insanlar kötüdür, hayvanlar iyidir, kediler daha iyidir. Hayatını bir kediyle geçirebilir. Onu kısırlaştırıp dört duvara hapsetmesinin, camdan melül melül bakmasının bir önemi yoktur. Belki de onu eve kapatarak insanlardan koruyordur. Malum, insanlar kötü. (!)

Kalbinden insanları kovan bu hayvanca severler boşluğu kedilerle dolduruyor. İstanbul’un Beşiktaş semtinde bu tiplerle rahatlıkla karşılaşabilirsiniz. Kamusal alanda yemek yerken kedi ve köpekten rahatsızlığınızı dile getirirseniz sizi aşağılamaktan çekinmezler. “Bu kedi senden temiz bir kere tamam mı? Hayvan sevmeyen insan da sevmez! Sen git, kedi niye gidiyor?” Siz kim, ekosistemin tepesindeki kediye laf etmek kim? Hemen özür dilemelisiniz. İzmir’de oğlunun alerjisinden dolayı sınıfta beslenen kedinin çıkarılmasını isteyen veli ve öğrencinin linci hafızalarımızda tazedir. Pardon, kedi dedim, onun adı Tombi.

Halbuki Beşiktaş’ın hemen karşısında Üsküdar’da da pek çok kedi ve kedi besleyen vardır ancak iki kedi sevgisi arasında İstanbul Boğazı’nın ötesinde bir fark vardır. Bu fark, kedilerin karakteri ve davranışlarında bile açıkça gözlenmektedir.

Hayvanca severler kedinin sağlık masrafları için binlerce lira vermekten çekinmezler. Kedi ne olursa olsun yaşamalıdır. Dokusu uysa böbreğini verir ama insana verirken tereddüt eder: “Ya kötü birinin yaşamını sürdürmesine yardım edersem?”

Kedilerden insana toksoplazma dışında kolay kolay ciddi bir virüs bulaşmaz ancak kedicilik toksoplazmadan bile tehlikeli bir virüs. Bulaştığı insanı ele geçirerek azılı bir insanlık düşmanı haline getirebilmektedir. Ağacı insandan daha değerli görüp insanlığın medenileşmesinin doğaya müdahaleyle başladığını bilmeyen Homo Naletus çevreciler de kedicilerin bir başka örneğidir.

Böl Parçala Yut

Emperyalizm önce devletleri müttefiklerinden ayırmaktadır. Sonra milletleri etnik ve mezhepsel parçalara bölmektedir. Tüm bunların kestirmesi olarak ürettiği neoliberal bireycilikle vatandaşları vatanına, milletine, okul arkadaşlarına, şehrine, ailesine, sevgilisine, eşine yabancılaştırarak kolay lokmanın ötesinde parmakla toplanacak bir kırıntı haline getirmeye çalışmaktadır. “Bunca insanın yalnız” gösterilmesinin, bunca sistemli yalnızlık propagandası yapılmasının sebebi budur. Çünkü umudunuz ve uğruna savaşacak sevdiğiniz yoksa teslimiyet işten bile değildir. Ülkenizdeki herkes kötüyse, Ekşi Sözlük’teki “Türkiye’den sinkaf olup gitmek” ve “anadolu çomarı” başlıklarına bakıp bir de siz sövüyorsanız teslimiyet için can atarsınız. “Dünya vatandaşı” olmuşsanız Küçük Kara Balık’tan bile daha kolay bir av olmuşsunuzdur çoktan.  

Oysa bilmezler ki hayallerini kurduğu Avrupa’nın lokomotiflerinden İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı var, arkadaşınla buluş diye reçete yazıyor. Bilmezler ki öve öve bitiremedikleri Finlandiya, Norveç vb. kuzey Avrupa ülkeleri intihar oranlarının en yüksek olduğu yerler. Bilmezler ki “dünya gemisinin kaptanı” ABD’nin en önemli sağlık sorunu akıl sağlığı.

İnsanların her şeyi var ancak kapitalist sistem insanları o kadar bencilleştirmiş ki paylaşacakları dostları yok, hatta paylaşmayı “ayıp” sayıyorlar.

Melankoli Üretenler Batacak, Sevgi Üretenler Kazanacak

Türkiye’de ise pek çok şeyimiz eksik, onları tamamlamak için mücadele veriyoruz ancak elimizi bırakmayan bir milletimiz var. Bizi ayakta tutan bir kültürümüz var. Doğu toplumlarının neredeyse hepsi böyle. Bir paylaşımda görmüştüm; “Tam depresyona gireceğim, annem meyve soyup getiriyor.” diyor. Evet güzel arkadaşım, sen işsizlikten depresyona girmeye çalışsan da beğenmediğin annen sana meyve soyar getirir, buna izin vermez. Evet, işsizlik. Tüm bunlar kaygısızlıktan oluyor.

Bakın TLB’ye, toplumu dönüştürme kaygısı olan gençliğin depresyon sorunu var mı? Afiş çalışmasına çıkan, geri dönmek üzere olan dergi kargosuna yetişmek için strese giren, harçlığından kısıp aidat ödeyen, kampa gelmek için işe giren, aynı kaptaki menemeni 20 kişiyle birlikte yiyen, yürüyüşten sonra flama ve pankartları toplayan, sıcağın altında bildiri dağıtan gençlikte depresyon var mı? Sorunların en çok farkında olan bu gençlik neden karamsarlığa kapılmıyor? Çünkü çözümle de en çok iç içe ve dünyayı değiştirdiğinin farkında. Bir dünya hayali ve özlemi var. Umudu ve iradesi var. Poşet gibi rüzgarda savrulmuyor, kaya gibi dik duruyor!

Karl Marx’a atfedilen bir söz var. “Kalplerini sevgi üretmiyorsa iyi bir emekçi değilsiniz.” Mustafa Kemal başta olmak üzere tüm devrimciler vatanını ve milletini severek çıkmışlardır yola. İnsanlığı cesaret ve umutla birleştirip zafer azanmışlardır. Mahmut Esat Bozkurt’un Atatürk İhtilali kitabında dediği gibi; “Uyuşuklukta ölüm, ihtilalde hayat vardır.” Bugün de yalnızlıkta, melankolide, miskinlikte, ağlaklıkta, depresyonda ölüm; kucaklaşmada, sevmede, cesarette, umutta ve mücadelede hayat vardır. Gerçekten tramvatik olaylar sonrası psikolojik sorunlar yaşayan arkadaşlarımız da yine bu umut ve inançla hayata tutunabilirler.

O halde buğuları silelim, pencereleri açalım, yalnızlık inlerini havalandıralım. Mavi saçlara, kahveli bardaklara bir su tutalım. Kalabalıklarla kucaklaşalım; yağmuru dindirelim, güneşi doğuralım, ihtilali, hayatı, birlikte kuralım.

Furkan Kaplan

TLB Genel Sekreteri

talebe.org

Tarih:
Diğer Haberler