

TLB GENEL SEKRETERi
Türkiye’de her geçen gün insanın kendine ve topluma yabancılaşmasının yeni örnekleriyle karşılaşıyoruz. Çürümüşlük toplumsal dokunun içine sinmiş; ahlaki, ekonomik ve kültürel yozlaşma yaşamın her alanını kaplıyor. Uyuşturucu kullanımındaki artış, gençler arasında suç oranlarının yükselmesi ve ‘kolay para’ hayali bir araya geldiğinde; OnlyFans, sanal kumar bağımlılığı ve TikTok gibi platformlar hayatımızın merkezine yerleşiyor.
Bugün Türkiye’de yaşanan olayların hepimiz farkındayız. Maalesef genç yaşta arkadaşlarımız akran zorbalığına kurban gidiyor, suç oranları 18 yaşın altına düşüyor, bağımlılığın her türü zirve noktada kullanılıyor.
Bunun dışında insanın kendine yabancılaşması artıyor, beden sergileme meşru hale geliyor. Peki devlet mekanizması bunu durdurmak için ne yapıyor? İnsanları tutukluyor. Her geçen gün tutuklanan insanlar görüyoruz. “Dans etti” tutuklandı, “Söylediği sözler için” tutuklandı…
Yakın dönemde buna uyan örneklerle karşılaştık: Bir kadının kendi bedenini sergilediği ve cinselliği ön plana çıkardığı dansları gördük.
Bunun dışında, televizyon ekranlarında çok izlenen Kızılcık Şerbeti dizisinde aldatmalar, yalanlar, sapkınlıklar havada uçuştu. Tepki geldiği için senaryo değiştirildi.
Yine aynı dizinin senaristi “genç kızlara bedenlerini kullandırtma” önerisi yaptı, utanmadı. Eh, Anadolu insanımız bu örnekleri kabullenmeyip tepki verdi. Bizler tepki verdikçe “… şu kişi gözaltına alındı.” haberlerini daha fazla duymaya başladık.
Peki bu yozlaşmalardan çıkış noktamız gözaltına almak mıdır? Elbette hukuk kendi adil sistemini işleyecek, suç işleyenler cezalandırılacaktır. Fakat toplumsal çürümeyi böyle mi bitireceğiz?
Çözüm: Devlet Müdahalesiyle Olur
Devlet gündüz kuşağı programları gibi entrikaları özendiren yayınlara, yozlaştıran dizilere, sosyal medya içeriklerine göz yumarken; bir başörtülü kadının hareketi yanlış olsa bile hemen tutuklamayla çözüm aranması çelişkilidir. Bu, sorunun bireysel örnekler üzerinden değil, topyekûn bir sistemle mücadeleyle çözülebileceğini anlamamız gerekir.
Tekil olaylara odaklanmak, dar ve yanıltıcı algılar yaratıyor. “Türkiye’de özgürlük yok” ya da “Söylediğim sözler için tutuklanırım” gibi yanlış fikirler yükseliyor. Bu da asıl mücadele edilmesi gereken sistemin ekmeğine yağ sürüyor.
Soner Yalçın’ın geçtiğimiz günlerde yazdığı yazısı da bu algıyı besleyen anlayışa örnektir. Soner Yalçın’ın yazısında doğrular olduğu kadar yanlışlar da var. Devletin rolünü önemsemiyor, soruna çözüm sunmuyor ve tek algıyı “devlet bizleri susturuyor” anlayışına odaklıyor. Bunu da Gogol’un Palto kitabından örnekler vererek anlatmış bize. O böyle söyleyince benim de aklıma Gogol’un başka eseri geldi.
Çürümenin ne boyutlara ulaşacağını anlayalım ve ona göre çözüm önerileri arayalım. Bu sorgulamayı derinleştirmek ve günümüzde insanın kendine yabancılaşmasını daha iyi anlamak için biz de bir başyapıta başvuralım.
Gogol’un Ölü Canlar Eseri
Nikolay Gogol’un Ölü Canlar romanı, Rus edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak, 19. yüzyıl Rusya’sının insan profilini incelerken bizlere zamansız bir ayna tutar. Roman, Çiçikov adlı bir dolandırıcının, ölmüş köylülerin (ölü canlar) tapu kayıtlarını satın alarak sahte bir servet oluşturma planını konu edinir. Hayalperest Manilov, cimri Koroboçka, kaba Nozdryov, pragmatik Sobakeviç ve aşırı cimri Pluşkin gibi karakterler, bireysel zaafların toplumsal yozlaşmayı nasıl beslediğini gösterir. Felsefi olarak, eser insan doğasının çelişkilerini, toplumun bürokratik absürtlüğünü, varoluşsal boşluğu ve Rusya’nın ruhunu sorgular; absürdizmle mizahı birleştirerek, insanın anlamsızlıkla yüzleşmesini sağlar.
Bu yüzyıllar öncenin hicvi bugün Türkiye’de farklı bir biçimde yankılanıyor: Kısa yoldan yükselme arzusu, bireysel bencillik ve ikiyüzlülük halen aynı çıkar ilişkilerini ve yükselmek için her şey mübah anlayışını doğuruyor. Kahramanımızın toprak sahiplerinden ölü canları satın alması -yani resmi kayıtlarda hayatta sayılan fakat gerçekte yaşamın dışında bırakılmış insanların haklarını gasp etmesi- ve böylelikle kolay yoldan yükseleceğini ve saygınlık kazanacağını düşünmesidir hicvedilen. Gogol’un bu edebî başyapıtı, siyasi olarak feodalizmin ve bürokrasinin eleştirisiyle, ideolojik olarak da kapitalizmin öncüsü olan sömürü mekanizmalarını ifşa eder; bugün neoliberalizmin yarattığı yabancılaşmaya karşı devrimci bir uyarı niteliği taşır. Gogol’un Ölü Canlar’ından bugüne daha da yozlaşan ve daha da yükselme hayaliyle yanıp tutuşan kitleler görüyoruz.
Bir zamanların yükselme hayaliyle “ölü can” alıp satımını bugün kaynağı belirsiz servetler, göz göre göre yayılan ahlaki çürüme, toplumsal duyarsızlık takip ediyor. Çürümüş yiyeceklerin kokusu etrafa yayılır, nereden geldiğini anlamak zorlaşır ama onun bir yığınağı, bir birikintisi vardır. Sistemin çürümüşlüğünü pompalayan bir mekanizma var:
21. yüzyıl insanı, ekranı açıp zenginliğin kaynağını sorgulamadan gösterişli bir yaşamı izliyor: Dizilerde şiddeti, çeteciliği, mafyayı öven anlatılarla karşılaşıyor; plazalarda topuklu ayakkabılarıyla oradan oraya koşturan hanımefendilerin boş zamanlarını ve kazandıkları parayı takip ediyor. Medyatik başarı ve tüketim öğretileriyle bunları içselleştiriyor. Daha sonra televizyonu kapatıyor, bu sefer cebindeki ekrana dikiyor gözlerini: Kaydırıyor, kaydırıyor…
Günümüzün “kaydırmalı kültürü” insan ilişkilerini yüzeyselleştiriyor. Birbirimize anlattığımız hikâyeler artık anlık videolar, sohbetler ise kısa reels’lere dönüştü; duygusal emek kurmak ve anlamlı iletişim yerine birbirimize algoritmanın sunduğu hazır psikoloji alıntılarını gönderiyoruz. Teknoloji, vücudumuzun bir uzvu oluyor ve yaşam biçimimizi belirleyen hâkim güç haline geliyor – televizyon veya telefondaki kara aynaya bakıyoruz ve giderek makineleşiyoruz. Bu yabancılaşma, dijital kapitalizm, bireyi sömürü zincirine bağlıyor. Düşünen, üreten bir insan değil, tüketilen bedenler inşa ediyor.
Demiyoruz ki tüm teknolojiyi kenara atalım, teknolojik gelişimleri durduralım… Ama hayır, bahsettiğimiz şu: İnsan var olmak istiyor. Kendini “var eden” önüne çıkan medyatik insanları izliyor. Bu insanlar, nereden geldiği belli olmayan paralarıyla “mutlu” bir dünya sunuyor, izleyicilere. Yani bizlere.
Birey, aynı kolaylığa erişmek istiyor. Bakıyor, nasıl yapabilir?
Televizyonda çete-mafya övgüleri gören gençler, para kazanma isteği ve güç gösterileriyle çeteleşiyor.
Genç kızlar Instagram’da alışveriş paketleri açan ve tüketerek para kazanan insanlara bakıyor. Başlıyor video çekmeye; o olmuyorsa OnlyFans, o da olmuyorsa TikTok’ta gerekirse gözaltına alınacak videolar çekiyor.
Başka bir genç, her kaçak dizinin arasına sokuşturulan sanal kumarı “eğlencesine” oynayarak hayatını mahvediyor. Ya da beynini uyuşturarak “eğleniyor”.
Bu insanları tek tek tutuklamak mı çözümümüz? Ceza sistemi, insanın kendine yabancılaşmasını, onurunu zedelemesini önleyecek mi?
Toplum artık tüketimin nesnesi: Bedenlerimiz, duygularımız, dikkatimiz piyasanın emrine girmiş durumda. Eğlence bile ticarileşti; mutlu anlarımızı sadece Instagram’da paylaştığımızda gerçek kabul eder olduk. Arkadaşlık, samimiyet, entelektüel tartışma metanın gölgesinde solup gidiyor. Bu dönüşüm, insanı insanlıktan koparan, onu değersizleştiren bir süreçtir.
Yeniden Kuracağımız Bir Dünya
Bugün Gogol’un Ölü Canlar kitabındaki gibi can satın almıyoruz ama bedenlerimizi ve ruhlarımızı tüketim öznesi yapıyor, onları satılık hale getiriyoruz. Eğer sosyal ve kültürel araçlarla buna direnmezsek, insanı değersizleştiren, yaşamı metalaştıran bu düzen kökleşir.
Bu düzeni değiştirmek istiyorsak, mücadele yalnızca bireysel davranışlarla sınırlı kalamaz. Ya da kısa süreli tutuklamalar, gözaltılar sorunu çözmez. Toplumsal dönüşüm kapsamlı bir seferberlik ister. Eğitimden kültüre, medyadan yerel dayanışma ağlarına kadar her alanda köklü dönüşümler gerekli. Eğitimin niteliğini artırmak, kültürel üretimi çoğaltmak ve dayanışmayı örgütlemek; tüketim kültürüne karşı toplumsal bilinci yükseltmenin temel yollarıdır.
Bugünün çürümüşlüğüne karşı bize düşen görev açıktır: Bu sistemi değiştirmek ve hayallerimizdeki dünyayı gerçekleştirmek için elimizden geleni yapmak. Gogol’un hicvinden öğrenilecek dersleri unutmayarak; metalaşmaya, yabancılaşmaya ve yozlaşmaya karşı direnmek ancak örgütlü bir teşkilatlanma, kültürel bir dönüşümle mümkün olacaktır. Edebiyatı, siyasi mücadelenin silahı haline getirerek, ideolojik hegemonyaya meydan okumalıyız.
İnsan, yalnızca tüketen bir öge değildir. İnsan, düşünür, paylaşır, karşı çıkar ve birlikte yeniden kurar. Birlik olacağız ve bizi yabancılaştıran bu sistemi kabul etmeyeceğiz.
Cumhuriyet değerlerine sarılacağız. Üreten, sorgulayan ve kendini geliştiren genç nesli kendimizden başlayarak inşa edeceğiz. Bu bilinç oturduğumuz yerden bu yazıyı okuyarak değil, teşkilatlanarak ve toplu bir biçimde sisteme karşı çıkarak olur.
TLB’liler ekranın, uyuşturucunun ve bağımlılıkların Türk gençliğini uyutmasına izin vermez.
Bizler Atatürk gençliğiyiz, biliyoruz ki sistemin çürümüş kokuları arttıkça dönüşümler daha yakındır. Bu çürümüşlüğü devireceğiz, hayalimizdeki dünya için daha çok çalışacağız.