Bugün içerisinde bulunduğumuz ekonomik, stratejik sorunların ve ülkemiz içerisindeki milli - gayri milli cepheleşmenin kökenine baktığımız zaman Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden sonra Atatürkçü programdan, altı oktan sapmamızla başlayan "Küçük Amerika" macerası bir milattır. Esas olarak II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle birlikte, Amerika'nın tüm dünya pazarını ele geçirmek için harekete geçmesiyle ve özellikle CHP içerisindeki milletvekillerini sarmış olan Amerika hayranlığı, Amerika'nın dünyaya demokrasi ve özgürlük getireceği rüyası gerçeklerin önüne geçmişti.< "Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız" hayaliyle Atatürk’ün devrimci, halkçı, devletçi, cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik programı terkedilmiş, Amerika’nın küçüğü olma programına geçilmişti. Bu programa geçiş bir anda mı olmuştu? Atatürk'ten kopmak bu kadar kolay mıydı?
Truman Doktrini – Marshall Planı: Türkiye'yi küçük Amerika macerasına sürükleyen anlaşmalar
ABD'nin 33. Başkanı Harry S. Truman, Amerika'nın Ordu gününde yaptığı konuşmada Türkiye'nin Amerika açısından önemini şu şekilde açıklıyordu: "Bu bölgede (Ortadoğu) muazzam tabii kaynaklar vardır ve en işlek kara, hava ve deniz yolları bu bölgelerden geçmektedir. Bu bölgenin büyük iktisadi ve stratejik önemi vardır." İngiltere'nin II. Dünya Savaşı'ndan bitkin çıkması ve Nazi Almanya’sının da Sovyetler Birliği karşısında yenilmesiyle birlikte ABD, savaş sonrasında geleneksel tutumunu terk ederek milletlerarası politikaya müdahil olma stratejisi izlemeye başlamıştı. ABD'nin politikalarını hayata geçirebilmesi için sözde Sovyet tehdidinin önüne geçmesi gerekiyordu. Bunun için de ABD Başkanı Truman tarafından Sovyet karşıtlığını bu yeni politikada temel esas alan Truman Doktrini ilan edilmişti. Bu doktrin ile ABD, "komünizm tehdidi" altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağını açıklamış ve 22 Mayıs 1947 senesinde ABD Başkanı Truman, Türkiye’yi de kapsayan geniş bir askeri yardım kampanyası metnini “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” imzalamıştı. Bu yardımı ABD’nin ünlü Dışişleri Bakanı Marshall organize edecekti. Ancak sağlanan ‘’yardım’’ öylesineydi ki Türk ekonomisini kalkındıracak bir yardımın aksine Türkiye'yi borç batağına sürükleyecek sözde yardımlara imza atılmıştı. Truman Doktrini gereğince Amerika Birleşik Devletleri’nden gönderilen savunma araç ve gereçlerinin bakımı için Türkiye yılda 400 milyon lira ödemek zorunda kalmıştır. Bu imzadan sonra Türkiye'nin küçük Amerika sürecine girişi hız kazanmıştı.
Truman Doktrini sonrasında devletçilik politikalarından uzaklaşmaya başlayan Türkiye, Marshall yardımlarıyla yeni bir boyut kazanarak ABD’ye dış borç ile ekonomik bağımlılığın başladığı sürecin kapısını aralamıştı. Truman Doktrininin ilanından beş ay kadar kısa bir süre sonra, Batı Avrupa ülkelerini kapsayacak şekilde daha geniş çapta bir yardıma karar veren Amerika, Marshall Planı’nı ilan etmişti. Amerika'yı bu yardıma iten en büyük sebep, yine Sovyet tehdidi idi. Bununla birlikte, Avrupa’nın ekonomik açıdan çökmüş olması ve Amerika’nın en büyük pazarını kaybetme ihtimali ikinci büyük sebep olmuştur. Bu yardımlar doğrultusunda Amerika’nın Türkiye’yi tarıma yönlendirmesi sonucunda ise 1946 yılında sanayide planlanan atılımlar gerçekleşmemiştir. Toprak reformundan vazgeçilmiş ve demiryollarının yapımı bir kenara bırakılarak hummalı bir karayolu inşasına girişilmişti. Alınan dış krediler sonucunda ise borçlanma ve ithalatın ihracatın hep üstünde olması sonucu cari açıklar artmış ve ekonomi alınan mahsul seviyesine göre seyretmiştir. Antlaşmanın maddeleri incelendiğinde şunu net bir şekilde görüyoruz: Marshall Planı ile devletçilik ilkesine sınır getirilmiş, Türkiye'nin egemenliğine ve bağımsızlığına darbeler indirilmişti.
Emperyalist amaçlar doğrultusunda Gladyo'nun Türkiye’ye yerleştirilmesi
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile başlayan "Küçük Amerika" süreci, Demokrat Parti (DP) döneminde hız kazanmıştı. Amerika'dan gelen ‘yardımlar’ ve etrafında gelişen siyasal ve askeri ilişkiler, Türkiye’nin bundan sonraki temel eksenlerini adım adım ABD eksenine oturtan bir süreci de başlattı. DP hükümetinin ülkemizde yüzlerce genci ABD’nin emrinde Kore Savaşı’nda ölüme göndermesiyle şehit olan 721 Mehmetçiğin kanı ellerine bulaştı. NATO’ya bağlanmak için bir tugayla katıldığımız 721 askerimizi ABD’nin emperyalist amaçları için şehit verdik. 1945 sonrasında Atlantik sistemine bağlanarak yapılan stratejik yönetim hatası, Kore Savaşı'nda şehit kanıyla yıkandı.
DP hükümetinin kararı ile başlayan bu süreç sonucunda Türkiye-ABD ilişkileri güçlenmiş ve ülkemizin dünyanın en büyük terör örgütü olan NATO’ya girişi hızlandırılmıştı. Menderes hükümeti tarafından Türkiye, Atlantik'ten Pasifik'e kadar uzanan bir cephenin içerine sokulmuştu. Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesinin ardından NATO’ya girmesi süreci, ülkemizi Atlantik sistemin içerisine perçinlemişti. NATO'ya üye olmamızla birlikte ABD, Türkiye'ye konumlanmış, ülkemiz içerisindeki küçük Amerika'yı yaratmıştı. 1954'te ABD, Adana İncirlik Üssü'nü kurdu. 1959'da Türkiye'ye orta menzilli balistik füzeler yerleştirdi. Türkiye'yi Amerikan emperyalizmine Adnan Menderes'in elleriyle teslim ettik. Topraklarımızı Amerikan üslerine açtık. Sayısız ikili antlaşmayla Amerika'ya bağımlı hale geldik.
Yaşanan bu sürecin gizli çekirdeğinde de NATO’ya bağlı Gladyo örgütlenmesi Türkiye içerisine işlenmişti. Türkiye’nin NATO’ya girmesinin bir sonucu olarak 1952 yılında ordu bünyesinde Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) kuruldu. ABD dayatmasıyla atılan bu adım, Türkiye içerisindeki kontrgerilla faaliyetlerinin ilk adımıydı. NATO’ya giren tüm ülkelerde benzer örgütler kurulmuştu. Bu örgütler sayesinde ABD, üye ülkeleri NATO aracılığıyla denetim altında tutuyordu. Giderlerini ABD’nin karşıladığı bu örgütler, NATO’nun gizli örgütü olan SüperNATO’nun, yani Gladyo’nun denetimi altında idiler. Kurulun gizli görevi, Türkiye’de Amerika karşıtı bir rejim değişikliğini engellemekti. Ama STK’nın görünürdeki amacının Sovyet istilasına uğrayan bölgelerde direnişi örgütlemek olduğu söyleniyordu. Bunun için, topluma sürekli Sovyet tehdidi propagandası yapılıyordu.
Küçük Amerika’yı Tarihe gömen Büyük Türkiye
‘‘Örgütlü bir güce ancak örgütlü başka bir güçle karşı konulabilir. "
Albert Einstein
Atatürk devrimlerinden koparak, kendimizi "Amerikan rüyası" içerisinde bulduğumuz ve 1945'de küçük Amerika olma hayaliye başlayan sürecin karşısında ABD dayatmalarına direnecek bir örgütlü gücün olmaması Türkiye’yi hayalle başlayan 70 yıllık bir kâbusun içine sürüklemişti. Soner Polat amiralimiz örgütlü gücün önemini zihinlerimize şu şekilde işlemişti: ‘‘Örgüt kuvvet çarpanı etkisi yaratır. Az sayı ile büyük gürültü koparır. Küçük bir örgüt bile uygun koşullar oluştuğunda bütün dengeleri alt üst eder. Örgütlü 10 kişi, örgütsüz 100 kişiden daha güçlüdür!’’ Tarihte varsayım yapmak doğru olmaz ancak ABD tarafından Truman Doktrininin, Marshall Planı’nın dayatıldığı koşullarda Türkiye’deki işçi sınıfını, Türk gençliğini ABD planlarının karşısında örgütleyecek bir gücün varlığının emperyalist politikaları alt üst etmesi kuvvetle muhtemeldi. Ve tarih bunu bizlere 70 yıl sonra Silivri zindanları önünde, örgütlü bir gücün önderliğinde ABD planlarını ezip geçen Türk gençliğinin mücadelesinde göstermişti. 15 Temmuz’da emperyalizme Kurtuluş Savaşı’ndan sonra tarihinin en büyük yenilgisini yaşatan Türk milletinin mücadelesinde göstermişti. 24 Temmuz 2015 tarihinden bugüne dek ABD’nin ‘‘kara gücüm’’ dediği PKK’yı kazdığı hendeklere gömen, Doğu Akdeniz’deki kararlılığından bir an olsun vazgeçmeyen Türk ordusunun mücadelesinde göstermiştir.
Tehdit hangi kuvvetle gelirse gelsin! Eğer biz Türkiye’yi bölmeye kalkan bu emperyalist gücün, tehdidin karşısında direnen örgütlü, dirençli ve organize olmuş bir toplumu yaratırsak Türkiye’yi hiç bir güç bölemez. Ne ABD yaptırımları ne de başka bir düşman kuvveti, Türkiye'yi Atlantik sistemin içerisine geri döndüremez.
İlyas Yılmaz
TLB Muğla İl Sorumlusu