YAZAR
Bu soğuk ve yağmurlu havada neden sokağa çıktığımı anlayamadım. Zaten genelde böyle zamanları denk getiriyorum ben. Aslında sokağa çıkmak da yasaktı fakat ben dışarıdaydım. Bir polis gurubunun içerisinden geçmeme rağmen kimse bir şey demedi. Galiba yasak kalktı dedim kendi kendime. Yağmur iyice bastırmıştı. Başıma sanki ufak ufak taşlar düşüyordu. Gözümün içine içine yağıyordu yağmur.
Bir yere sığınma ihtiyacı hissettim. Solumda gördüğüm büyük bir kapıdan içeriye girdim. Kimindir, ya da ne için kullanılır bilmeden girmiştim. Kapıyı açar açmaz içeriden yarasalar havalandı. Ne oldu falan derken içeriye ilerledim. Binanın gizemli bir büyüsü vardı. Bu büyü korkutucu fakat cesaretlendiriciydi. Galiba merakın cesareti vardı içimde. “Kaç, boşver, ıslan.” diyen içime dışımdan gir bak en fazla ne olabilir ki diyordum dışımdan. Bina rutubetli bir binaydı. Binanın içlerine ilerlemeye başladım. Bir pazar yerini andırıyordu ama iç içe ayrılmış bölmeler vardı. 3 bölmede yatak vardı. Yatakların yanında aspiratörler vardı. Kırmızı deri sandalyeler vardı. Biraz daha etrafa baktığımda bir Atatürk resmi ve bir Türk Bayrağı görüyordum. Alan bu resimleri görünce daha ilgi çekici gelmeye başladı.
İki kişinin konuşmasını duymaya başladım. Alanda eşya olmamasından galiba sesler yankı yapıyordu. Net anlamak ve burasının ne amaca hizmet ettiğini anlamak için sesin üzerine doğru gitmeye başladım. Yaklaştıkça ses netleşiyordu. Ses netleştikçe merakım kamçılanıyordu. Merakım kamçılandıkça içimdeki ses daha fazla gitme diyordu. Ben her zamanki gibi dışımı dinlemek konusunda diretiyordum. Şimdi kendim ile çelişmenin zamanı olmadığını söyleyip yola devam ettim. Aramızda 5 adım kalmıştı sesin sahipleri ile. Sesleri iç boğar cinstendi. Bir hasta yatağının başında karşılıklı konuşuyorlardı fakat karanlıktan dolayı yüzlerini göremiyordum. Dinlemeye başladım. Birisi dedi ki bu yalanlar bizi iktidara taşır. Diğeri cevap olarak ‘’Yalana yorduğumuz kafayı halka hizmete yorsaydık zaten iktidardık.’’
Seslerden çıkarttığıma göre adamların birisi 62 yaşındaydı. Bıyıkları vardı. Adıda kesin ‘z’ ile başlıyordur dedim kendi kendime. Yüzlerini seçmek için biraz daha yaklaştım. Aramızda iki adım falan kalmışken birden şimşek çaktı. Görmüştüm yüzlerini. Artık parçalar birleşmişti. Bi’ anda uzun dişleri çıktı. Bunların niye gözleri kırmızı dedim kendi kendime. Bi taraftan kaçmaya çalışırken bi taraftan merakım ve heyecanım beni dürtüyordu. Kapıdan çıktım bembeyaz bir ışık ile gözlerim kamaştı. Galiba o ışık bu ışık derken bi anda yatağımda buldum kendimi. Kan ter içinde kalmıştım. Her şey rüyaymış. Elim ayağım titriyordu hala. Gerçek gibiydi.
Galiba vampirlerden dolayı aklıma takıldı bunlar. Güne ne zaman böyle başlasam kötü gider zaten. Kısa süren bir yatak keyfim oldu. Fazla kısa süren. Keyfim saate bakmamla son bulmuştu. Saat 12.00 olmuştu. Kesin kahvaltıya beklemediler keyifsizliği ile kalktım yataktan. Kahvaltı benim için çok önemli günlük. Hatta başlı başına yemek yemek büyük bir keyif benim için. Çay kaşığının çay bardağına vururken çıkardığı ses sanki bülbül şakıması, o rengarek kahvaltılıkların renk uyumu çok başka bir göz zevki. Bir de haberler açıksa sofrada daha ne isteyebilir ki insan.
Yatağımdan umutsuz bir kalkamayışla salona gittim. Kalkamayış çünkü kahvaltı motivasyonum yoktu ve aklım hala yataktaydı. Kapıya uzattığım titrek elim bir ileri bir geri gidip geldi. Kapıyı açar açmaz karşılaştığım manzara karşısında sanki dizlerimin bağı çözülmüştü. Kahvaltı sofrası savaş alanına dönmüştü. Zaten soba da yanmıyordu. Soba yalnız bir ısınma aygıtı değil. Ekmek ısıtıp ona tereyağı sürmek, o tereyağlı ekmeğin üzerine peyniri serpmek ve üzerinde fokurdayan çaydan bir bardak almak gibi birçok güzelliği var. Ama hepsi tersine gidiyordu.
Üstünkörü bir kahvaltı yaptım anlayacağın günlük. Bari kahve içiyim de gündeme bakıyım dedim. Gündemde en çok ilgimi çeken şey yalandı. Hem de yalanın bin türlüsü…
Ölü sayıları üzerine matematik kuralları çiğneniyordu. Üstelik yitip giden vatandaşlarımız “sayı” olarak görülüyordu. Onların ailesi, çocukları, sevenleri düşünülmeden “oranlar” hesaplanıyordu. 1 milyonu 444 ile çarpan bir gazeteci 40 milyon sonucunu buluyordu, “Türkiye’de 40 milyon vaka var-mış. Ama gizliyorlar-mış. Ölü sayısı 800 bin civarınday-mış. Bana da hastanede çalışan doktor tanıdığım söyledi.” Bunu bir vatandaş söylese çoktan Luppo adam gibi linç edilmişti ama bunu söyleyen bir milletvekili ve gazeteci. Üstelik ilk günden beri bu hesabın peşinde.
İnternete giriyorum, virüsün yarasadan yayıldığı yalanıyla karşılaşıyorum sonra. Yer yalan, tarih yalan, virüsün yarasadan çıktığı yalan.
Yalandan kim ölmüş…
Virüsün yarasadan çıktığı yalan ama kan emici yarasaların mağaralarda değil aydınlık ekranlarda olduğunu öğrendim günlük.
Bu kadar keyifsiz başlanan güne yapılacak en iyi şey bir film izlemek olur diye düşünüp bir gerilim filmi izlemeye karar verdim. Choi Dong-hun’dan Suikast filmini açtım. Bu filmde de kan emici yalancılar vardı ama galip gelen inananlar ve dövüşenler oldu.
Bir günü daha böyle devirdik günlük…
Muhammed Koz
TLB Konya İl Başkanı