YAZAR
Beş Parmak Dağlarının, Ege Denizi’ne bakan eteklerinde Nisan ayıydı. Tomurcuklar usul usul kabarmıştı. Dalların renkleri kızıla çalmaya başlamıştı. Daha dün, günlerce süren yağmur, baharın hiç gelmeyeceğini ilan etmişti... Ama bu sabah, gene bıkkın, sıkıntılı, umutsuz, istemeye istemeye kalkıp, balkona çıkmıştı ki… Meğer bahar ansızın bastırmak için bu soğuk yağmurla kamufle etmişti kendisini. Zaten hep böyle olurdu, Ege’de bahar usul usul değil, ansızın gösterirdi kendisini. Önce bademler, gelincikler, papatyalar, yaban laleri, pürenler… Ardından üzüm, zerdali, ayva çiçekleri… Güneş bütün görkemiyle tepelerin üzerine kurulmuş, gök ışıl ışıl. Ufuk açık, göz alabildiğine uzanan deniz kıpırtısız, sessiz, masmavi. Böyle bir güne uyanmak nicedir hissettiği çaresizliği kesip atmıştı sanki. Doğadaki bu keskin değişim her şeyin ansızın değişebileceğine dair bir umut yaratmıştı benliğinde. Yıllardır süren yalnızlığı, bu güzelliklerle bütünleşerek yok olup gitmişti bir anlığına. Günlerdir uyanmadığı kadar mutlu uyanmıştı. Sabah sabah bu sevinçle evden fırlamış, hoplaya zıplaya okula doğru yola çıkmıştı ki, birden anımsadı öğretmenin alınacak soru kitapları için para istediğini. Telaşla döndü. Unuttuğunda öğretmenin vereceği tepkiyi düşündü, ürktü. Koş koşa geldi eve.
Baba!” dedi… eve girer girmez çekingen bir güler yüzle. “Az kalsın unutup gidiyordum… Soru kitabı için para lazım, öğretmen bütün sınıfa aynı kitabı sipariş etmişti ya…”
Uzun zamandır süren bu duruma hâlâ alışamamıştı. Babası işsiz, güçsüz büyük bir vurdumduymazlık içinde yaşayıp gidiyordu. Para ile ilgili her konu büyük tartışmalara ve kavgalara neden oluyordu. Demek ki doğanın büyüsüne ne kadar kapıldıysa bu durumun da değiştiğini düşünmüştü bir an. Hemen her sabah yinelenen bu ağız dalaşının farkına bile varmamıştı.
Babası adeta çılgına dönmüş bas bas bağırıyordu. “Ulan, para mı basıyorum ben? Yok işte, yoook!.. Ekmek alacak para bulamıyoruz, kitap diyor… Okuyup da ne olacaksın, hele yaşın gelsin vereceğim birine, evlendirip kurtulacağım senden.” diyordu öfkenden yüzü kıpkırmızı bir halde.
“Yeteeeer!... Bıktım artık, bıktım… El âlemin eşine, çocuklarına bak… N’apacağımızı şaşırdık senin korkundan vallahi… Verdiğin para mı var sanki… Karnınızı nasıl doyuracağımı bilemiyorum. Ya Rabbi!.. Al canımı da kurtar beni bu hayattan, kurtar…” diye yakararak, iki gözü iki çeşme, sızlanıp duruyordu gene annesi, yerde iki büklüm.
Kapının eşiğinde biraz duraksadı. Ama fazla da önemsemedi. Galiba babasını hala ikna edebileceğini düşünüyordu. Kadınların kocalarından ayak yemesini doğal karşılıyordu. Babasının evlenme tehditlerinden çok korkuyordu tam da bu yüzden. Yine de cesaretini toplayarak babasının yanına sokuldu.
“Baba...” dedi. “Öğretmen para…”
Ama, babasının dönmesiyle yüzüne tokadı yapıştırması bir oldu.
“Anlamıyor musun ulan!..” diye bağırdı sonra da. “Ne parası? Defol! Öğretmeninden de bıktım, okulundan da! Paradan başka söz çıkmaz ağzınızdan. Ulan sabah sabah adamı dinden imandan çıkarttınız! Elimde kalacaksınız şimdi, defolun!”
Evden kaçıp bir daha asla geri dönmemesini söyleyen bir düşünce belirdi kafasında… Çocuksu bir öfkeyle kasıldı, bir an hareket edemez oldu. Derin bir nefes aldı, sonra da hüngür ağlayarak fırladı çıktı evden. Güçsüzlüğüne, karşılık verememenin getirdiği teslimiyete lanet ediyordu. Rastgele koşmaya başladı.
“Nefret ediyorum! Nefret ediyorum!” diye de cıyak cıyak bağırıyordu koşarken. “Para, para, para! Paradan başka düşündükleri bir şey yok yemin ederim. Bıktım artık, bıktım. Yok ekmek kaç para olmuş, yok peynirin kilosu ne kadarmış? Biliyor muymuşum? Yeter! Bıktım, bıktım!”
Ama öylesine çaresizdi ki… Ne olur hemen şimdi bir süper kahramana dönüşse, bir büyüse şimdi birdenbire… Bugün doğanın aniden yaşadığı değişiklik gibi…
Bir yandan düşler kurup, bir yandan Allah’a yalvararak, ağlaya ağlaya çılgıncasına koşturur dururken birden annesi geldi gözlerinin önüne, onca düşüncenin arasından. Niçin gidip sarılmamıştı ona, niçin? Gidip sarılmamış, annesine sahip çıkmamış olduğu için öylesine pişmadı ki şimdi. Sarılsa, sahip çıksa… Annesini kurtarsa bu kötü dünyadan. Olanaksız... Babasını göz yumarak kendisi yüreklendirmiş, hiç kuşkusu yok…
Oysa annesi nicedir bu durumda. Hatta bir gün öylesine büyük bir kavga olmuştu ki babasıyla annesi arasında. Komşular bile araya girmeye korkmuştu. İşte o günden beri annesi konu komşuya gitmeyi bile bir kenara bırakmış, ev işlerini yaptıktan sonra yalnız ve sessiz sürdürüyordu hayatını kafes gibi küçücük evde.
“Benim canım annem… Hâlâ çok güzel…” Bunca dert bile onu tam olarak yıpratamadı, diye geçirdi içinden. Bir şeyler yapmalıydı...
Kadının Yalnızlığı ve Emine Bulut’un Çığlıkları
Ben Fatma Zeynep Kaya. O günkü ruh halimi düşünüyorum şu an. Üniversite 2. Sınıf öğrencisi bir TGB üyesiyim şimdi. TaLeBe dergisinin yalnızlık konusu üzerine bir çalışma yapacağını öğrendiğimde annemin nasıl yalnız kaldığını düşündüm birdenbire. Emine Bulut’un çığlık çığlığa bırakıldığını gördüğümde de kadının yalnızlığının toplumumuzun en önemli sorunlarından olduğunu düşünmüştüm zaten.
Çocukluktan gençliğe ilk adım attığım dönemlerde bir korunak ve sığınak arıyordum annem için. Bütün canlılardan uzakta yalnız kalan kadınlar için. Bu hal onların hali değildi çünkü. Bütün güçlerini yitirmeleri onların suçu değildi çünkü.
Tepeden tırnağa usanmışlık duygusuyla doludur bugün toplumsal hayattan koparılıp eve hapsedilen kadın. Bu, o kadar ağır bir yalnızlık ki herkesin uyanık olduğu bir vakitte o uyur. Annemin o yıllarda tek isteği ev işlerini sabah erken saatlerde halledip rahatsız bir kanepenin üzerinde yalnızca uyuma isteğidir. Hem de kalabalıklar ve gürültüler içinde hiç kimse tarafından uyandırılmadan uyumak isteği. Herkes uyurkense yalnızca o ayaktadır, ev işlerinin yükünü yalnız başına üstlenir.
Kadınlar Neden Yalnız?
Kirli pencereleri silerken, göğü temizlediğini düşünürdüm annemin. Peki ya nasıl bu kadar yalnız kalmıştı? Daha küçücük bir çocukken edilgen olmak öğretilmişti ona. Ağaca çıkması, erkeklerle oynaması ayıptı, dahası yasaktı. Onun davranışları yumuşak olmalıydı. Beğenmesini, seçmesini değil, beğenilip seçilmesini bilmeliydi. Dayılarıma duyulan saygının zerresi ona duyulmamıştı. En fazla bir bebekle oynamalı ve ev işlerine alışmalıydı.
Yüzyılların sorunudur bu. Kadın susmaya, coşkuyu belli etmemeye, sakin durmaya dönük olarak yetiştirilmiştir. Aşk dolu coşkular ve duygular içindeki kadın, aynı zamanda dengeli, sakin ve sessiz olmaya çalışmaktadır. Ataerkil sistemde evin içiyle kuşatılmış olması ve kendine dair bir hayat, bir dünya kuramaması aksine çocukla beraber eve daha çok hapsedilmesi kadının en önemli meselelerinden biridir. Kadının özgürleşmesi, birey olabilmesi, kendini sadece evlilik yoluyla konumlandırmamasından geçmektedir. Babamın “hele yaşın gelsin vereceğim birine, evlendirip kurtulacağım senden” demesi bu durumun sonucudur.
Şüphesiz kadın insanlığın ilk dönemlerinden beri yalnız değildir, o yalnızlaştırılmış ve toplumsal hayattan dışlanmıştır. Kuşkusuz insanlığın ilk dönemlerinde kadın erkekle birlikte, iş bölümü içinde doğaya karşı savaşmaktadır. Erkek avcılık ile besin kaynağı ararken, kadın da hem toplayıcılıkla besin kaynağı arıyor hem de yaşam alanını koruyordu. Kadın ve erkek toplumsal üretimden eşit pay almış, hatta insan soyunun kadından devam etmesi nedeniyle kadın toplumda daha saygın bir konumda bulunmuştur. O dönemlerde “birimiz hepimiz için” anlayışı vardır, özel çıkar ve bencillik yoktur. Dolayısıyla kadının toplumsal hayattan dışlanması, insanlar arasında gelişen sömürü ilişkileri ile birlikte gerçekleşmiştir. Feodal toplumlarda kadın tarlada çalışır, ev işleri ve çocuğun bakımından sorumlu tutulurdu. Üretim ilişkileri içinde üretici olmasına rağmen bir üretim aracı olarak görülürdü. Usta şair Nazım Hikmet Kadınlarımız şiirinde feodal toplumda kadının toplumsal konumunu ne de güzel anlatmıştır:
“ ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen…
kadınlar,
bizim kadınlarımız ”
Kadının yalnızlığı bir insanlık sorunudur. Kapitalizm ve onun en ileri aşaması olan emperyalizm ile beraber mücadeleler sonucu hukuksal olarak birtakım haklarını kazandıysa da toplumsal eşitsizlik devam etmiştir. Bugün hâlâ aynı işi yapmasına rağmen bazı meslek gruplarında kadın daha düşük ücret almakta, aynı çalışma başarısını göstermesine rağmen çalışma alanında kadına mobbing (yıldırma) uygulanmaktadır. Kahkahasından kıyafetine, arkadaşlıklarına kadar kadın mahalle baskısı görmektedir.
Yalnız Aşk ve Kadın
Aşk bu zamana kadar hep kadın üzerinden tarif edilmiştir ve bu düşünceye göre tek kişiliktir.
Kadın aşk konusunda da yalnızdır. Aşık olunacak nesnedir, sistemin kadına biçtiği rol ağız sulandıran bir meyve veya güzel kokulu bir çiçekten ibarettir. Çağlar boyunca erkekler güzelliği kadınla tanımladılar. Bir gün güzelliği kadınlar tanımlayınca, gerçek güzellik keşfedilecektir. Aşk hep erkeklerce anlatılmıştır. Aşkın güzelliği kadınlar anlatmaya başlayınca anlaşılacaktır. Anneme “Aşk nedir?” diye sorardım. “Ben öyle şeyler bilmem kızım.” derdi. Demek ki sebebi bundanmış.
Yalnızlıktan Nasıl Kurtulacağız?
Kadının hayatının sınırlarının ne kadar dar olduğunu, nasıl kıstırıldığını ve mutfak, oda, yatak arasında nasıl mekik dokuduğunu görmezsek kadının neden yalnız olduğunu kavrayamayız. Bugün kadını yalnızlaştıran kafeslere kapatmaya çalışan Ortaçağ düşüncesidir, tarikat anlayışlarıdır. Bugünü kadını bir nesne haline getiren kapitalizmin yarattığı piyasa düzenidir, onlara göre reklamlarda pazarlanacak bir metadır kadın. Bugün kadının bu yalnızlıkta boğulması için çabalayanlar da vardır. Onlar bütün bunlara karşın kadını toplumsal hayatın dışına iten femen eylemleriyle ve erkek düşmanlığıyla kendisini göstermektedir. Kadının yalnızlığının giderilmesi, insanlığın yalnızlığının giderilmesidir. Kimse farkında değildir ama kadının yalnızlığı aynı zamanda erkeğin ve toplumun yalnızlığıdır. Kadın toplumsal hayata katıldıkça toplum özgürleşecek, yalnızlıktan kurtularak bütünleşecektir.
Bütün büyük toplumsal gelişmeler kadının yalnızlıktan kurtulması ve mücadeleye atılmasıyla gerçekleşmiştir. Jean-Jacques Rousseau “İnsanlar hür doğar.” demiştir, kadınlar her dönem hür yaşamak için büyük fedakarlıkları göze almıştır. Kadının hür yaşaması insanlığın hür yaşamasıdır. Dünya üzerinde kadınların katılmadığı hiçbir devrim yoktur. İşte Fransız devriminin o ünlü gravürü bunun en somut göstergesidir. Kurtuluş Savaşı’nda en önde çarpışan, cepheye kağnı taşıyan ve Anadolu’da güneşin yeniden doğmasını sağlayan Türk kadını en büyük övünç kaynağımız değil midir? İnsanlığa dair umutlarınız varsa bir düşünün mutlaka o umutlarda kadının izini ve eserini göreceksiniz.
O halde bizi yalnızlaştıran bu sisteme karşı mücadele etmek, yalnızlığımızdan kurtulmak aynı zamanda insanlığı bu yalnızlıktan kurtarmak demektir. Atatürk önderliğinde gerçekleşen Cumhuriyet Devrimi ile Türk kadını mücadele ederek baskıdan, sömürüden, eşitsizlikten ve yalnızlıktan kurtulmuştur. Bugün yol göstericimiz yine onun ilkeleridir. Evde, dışarıda, okulda, işte; sözümüz, davranışımız eşit-eşite olsun diye hep birlikte mücadeleye.
Fatma Zeynep Kaya
talebe.org