Keklik gibi kanadınızı süzdünüz mü? Murat alıp doya doya gezdiniz mi? Karga bu soruları “Hayır.” diye yanıtlıyor ve “Bu kara yazıyı kendim yazmadım.” diye kendi kendine hayıflanıyor. “Ne vardı ben de şu keklik gibi olaydım.” diye “kara kara” düşünüyor. Öyle ya, keklik güzel, keklik sürmeli, keklik sevgili… Parmakları kınalı keklik… Tüyleri balınan yoğrulu keklik… Zülüfleri ak gerdana dökülü keklik...Keklik “gel gel yanıma” diye çağrılıyor, kekliğe “nazlı kekliğim” diye sesleniliyor. Karga ise, “düşman başına” diye savuşturuluyor. Kara haber getirir, uğursuzluk getirir diye çatılardan, pencerelerden, ağaçlardan kovalanıyor. Karganın sesi kara, rengi kara, bahtı kara, gönlü yara…
Karga her gün kekliklerin etrafında dolaşıyor, uzaktan hayran hayran onları seyrediyor. Gel zaman git zaman, karga bir gün keklik olmaya karar veriyor. Keklik gibi yürümeye, keklik gibi sekmeye, keklik gibi uçmaya, keklik gibi süzülmeye çalışıyor. Günler geceler birbirini kovalıyor, karga durmadan, azimle çabalıyor. Uzun zaman sonra artık oldum deyip kuş meydanına çıkıyor. Gözlerine sürmeler çekiyor, gerdanına boyalar döküyor. Kekliklerin yanına kanat çırpıyor. Gelin görün ki karganın uçuşu kekliğe benzemiyor. Heyecandandır diye tekrar tekrar denese de olmuyor. Üstüne bir de yağmur dökünce karganın boyası da akıp gidiyor. Karga, “cahildim dünyanın rengine kandım” diyerek, sırılsıklam, perişan biçimde kargaların yanına gidiyor. Lakin karga, o kadar uzun süredir keklik olmaya çalışıyor ki, kargalığı da unutuyor, gülünç duruma düşüyor.
Uzun lafın kısası, “Karga kekliği taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü şaşırmış.” atasözümüz böyle ortaya çıkıyor. Teşbihte hata olmaz. Bizler de kara çadırda yaşayan kara budunuz. Milletimiz içinde de “beyaz adam”a olmaya özenip kendini kaybedenler hep olmuştur. Tarihin kırılma anlarına tanıklık ve önderlik ettiğimiz şu günlerde “modernite”nin tartışmaya açılması ve “bizim hikayemiz” etrafında benliğimizin sorgulanması da bu yüzden anlamlı ve gereklidir.
İnsan Neden ve Neye Özenir?
İnsan toplumsal bir varlıktır. Toplum içinde öne çıkmak, beğenilmek, sevilmek, sevmek, çeşitli sosyal çevrelerin parçası olmak insanın temel gereksinimlerindendir. Bu durumu “sürü psikolojisi” diye ifade etmek sığ ve yanlış olur. İnsan davranışları daha karmaşık ve gelişkindir.
En küçük sosyal çevre olan ailemizde başlayan sosyalleşmemiz, anne-babamıza özenmekle başlar. Gülüşümüz, bakışımız, yemek yiyişimiz, oturuşumuz, bu çevrede şekillenir. Yaş ilerledikçe sokağımız, okulumuz, çevremiz genişler ve özenmelerimiz de çeşitlenir.
Ergenlik yıllarına geldiğimizde ise sudan çıkmış balığa döneriz. Bu yaşa kadar aile gözetiminde gerçekleşen özenmelerimiz artık bağımsız gerçekleşecektir. Doğa, bizi buna zorlamaktadır. Derin bir kimlik arayışı içinde buluruz kendimizi. Nasıl görünmeliyim, nasıl düşünmeliyim, hangi siyasi düşünce bana yakın, ne tür müzikler bana hitap ediyor, neden yaşıyorum, ne olacağım, kimi seveceğim, nerede-nasıl davranacağım...
Bu ve daha nice soru her gün zihnimizde tepinip durur. Bu süreçte; kâh şarkısını beğendiğimiz bir şarkıcıya özeniriz. Onun gibi giyinmeye çalışırız, şarkı dehlizine dalar, hayatını ezberleriz. Kâh etkilendiğimiz bir lidere özeniriz, onun gibi yaşamaya, onun gibi düşünmeye çalışırız. Onun büyük sözleriyle konuşuruz. Kâh okuldaki popüler, havalı bir öğrenciye özeniriz. Kâh güçlü bir dizi karakterine özeniriz, farkında olmadan her yerde onu canlandırırız. Bebeklikten evciliğe, ergenlikten yetişkinliğe, öğrenme bu taklitlerle gerçekleşir.
Bu rol model arayışı seğrelerek 25 yaşına kadar sürer. Deneme-yanılma yoluyla örnek aldığımız kişiliklerden kendimize özgün bir kişilik yaratırız ve hayatımızın kalanını o kişilikle geçiririz.
Etkileyici insanları farklı kılan nedir? Özgüvenleri, kararlılıkları, yaratıcılıkları... İnsan da gençlik çağında yüksek enerjili “kararsız atom” gibidir. Eksiğini tamamlayacak bağlar kurarak “kararlı” olmaya çalışır.
Özenmek ve Özentilik
Özenmek doğal ve insanidir. Özentilik ise insanın düşmanıdır. Özentiliğin temelinde özgüvensizlik, korkaklık, acizlik vardır. Kendinden kaçış vardır. Özenti sözcüğünün kökü ne kadar “öz”den gelse de özentiler “öz”e değil biçime bakar ve daima taklitçidirler. “Öz”ün bir başka anlamı da “kendi”dir. Özenti ise, kendisi olamayan insandır. Başkalarının hayatını yaşamaya çalışırken heba olurlar ve hayatın güzelliklerini kaçırırlar.
Çevremize bir bakalım. Solcuyum deyip yazın ortasında parka-postal giyen arkadaşlar, ülkücüyüm deyip palto, tesbih, kolye, yüzük edinen arkadaşlar ve son olarak “en Atatürkçü” olmak adına vücudunu K. Atatürk dövmeleriyle bezeyenler...
Bu özenmeler normaldir ancak bir insan mensubu olduğu düşünceye, izindeyim dediği insanın fikirlerine dair hiçbir şey bilmeyip biçimsel taklitlerle kendini var ediyorsa orada özentilik sorunu beliriyor. Bu anlayışla en fazla “Atatürk’e benzeyen adam.” kadar Atatürkçü olunabilir. Atatürk’ün Atatürk dövmesi yoktu, o yeterince “Atatürkçü” değil miydi diye sormadan edemiyor insan.
Sistem Özentiliği Nasıl Kullanıyor?
Bir arkadaşımız bir rapçiye özeniyor. Şapkasının, tişörtünün, ayakkabısının ve bol pantolonunun, kolyesinin aynısından bulmaya çalışıyor. Daha vahimi, o rapçinin “isyan yöntemi” olarak gördüğü uyuşturucu, sigara gibi bağımlılıklara yönelebiliyor. Bağımlılaşarak “özgürleşiyor”.
Bir başka arkadaşımız bir K-Pop grubuna özeniyor. Saçını onun gibi pembe, mavi, yeşil boyuyor, kulağını ve burnunu deldiriyor, o grubun ikonik giyim tarzına uymaya çalışıyor. “Ben Army oldum.” diyor. K-Pop’u saplantılı bir biçimde hayatının merkezine koyuyor. “Unisex” kültürün cinsiyetsizleştirme ve LGBT akımlarına kapılıyor.
Che tişörtü giyip “devrimciyim” diyen arkadaş Che’nin nasıl pazarlama ürünü haline geldiğini, neden dünyada çok daha büyük devrimciler varken sadece Che’nin popüler kültür ögesi olduğunu sorgulamıyor.
Emperyalizm ve vahşi kapitalizm, toplum mühendisliği ve pazarlama için özentiliği kullanıyor. Normal şartlarda Ronaldo’ya ya da Messi’ye özenen bir insan, sabah erkenden kalkıp koşmalı, dengeli beslenmeli, disiplinli spor yapmalı. Lisanslı Ronaldo tişörtü, Ronaldo şampuanı, Ronaldo kramponu, Ronaldo eşofmanı giyerek ona benzemeye çalışmak, sistemin teşvik ettiği bir yöntem.
“Karga” en azından uçma antrenmanları yapıyordu, bu arkadaşlar sadece boyanarak keklik olmaya çalışıyor. Hal böyle olunca “spor giyimli” göbekli insanlar görüyoruz.
Kaslı insanların kullandığı takviyeler, zarif kadınların kullandığı makyaj malzemeleri, ünlülerin kullandığı eşyalar… Kimlikçi bir pazarlama sektörüyle karşı karşıyayız. Fular, kemik gözlük ve filtre kahveyle entelektüel görünmeye çalışan insanlar görüyoruz. Elindeki kitabın fotoğrafını çekmek yerine okusa fular ve kahveye boşuna para vermekten kurtulacak halbuki. Bu kimliklerden birine mensup olduğunuzda ona dair tüm tüketim ekosistemini satın almanız gerekiyor. Sade ve mütevazı yaşamak, israftan kaçınmak gibi erdemli değerlerimiz dahi “minimalizm” diye ambalajlanarak bir pazarlama akımına dönüşüyor. “Minimalist öğreti”ye uygun giysi, mobilya ve aksesuar modası oluşturuluyor.
Özentiliğin İdeolojik Boyutu
Özgüvensizlik, korku, kendinden kaçış ve utanmanın toplumsal bir boyutu da var. “Türkiye’den bir şey olmaz, işte Anadolu irfanı, bunlar çomar, dünyanın en geri milletiyiz, utanıyorum, Amerika yenilmez, Avrupa süper” biçiminde özetlenebilecek bu program, Batı’ya biat programıdır. Bu özentilikle Batı’dan yalnızca zincir kolyeler ve küpeler almıyoruz, Batı’nın zincir prangalarına boynumuzu ve bileklerimizi uzatıyoruz.
Batı özentileri, tanzimatçılar ve mandacılar, Atatürk’ün ilham aldığı Jan Jacques Rousseau, Robespierre, Montesquieu, Voltaire gibi Batı’nın devrimci değerlerini temsil eden mirası da reddediyorlar. Atatürk’ü de bu taklitçiliğe ortak etmek için yeniden yazıyorlar.
Onlara göre Atatürk, “Türk milletine rağmen” bir zafer kazanmış, Doğu’ya sırt çevirmiş, “Avrupa hayranı” bir insan. Onlara göre Atatürk Türk milletine yakışmıyor, “fazla geliyor”, “bu millet onu anlayamadı ve anlayamıyor”, “O’nun tırnağı bile olamayız.”
Mustafa Kemal Atatürk, Batı’nın ileri yanlarını alırken dahi gelişimin köklerini Türk milletinde aramış ve bulmuştur. Yunan/Latin kökenli düşünce yerine Sümer, Hitit ve Asya kökenli felsefeyi ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Batı klasik müziğine karşı Türk klasik müziğini yaratabilmek için Türk Beşleri’ni köklerimize yönlendirmiştir. Köy Enstitüleri de özbeöz bu milletin bağrından çıkmıştır. “Olmasaydı olmazdık.” gibi sulu safsatalar bir yana, Türk milleti olmasaydı Atatürk olmazdı. Bu yüzden yaşamış ve yaşayan Atatürk’le zannedilen “Atatürk” bambaşka.
Kökleri Tanzimatçılığa dayanan bu siyasi program, Mandacılık’tan Atlantikçiliğe günümüze kadar erişmiştir ve Atatürk bu teslimiyetçi çizgiyle hep mücadele etmiştir. O tanzimatçılar ve mandacılar, Anadolu’da çölden başka bir şey görmeyenler, milletinden ümidini kesip kendine yabancılaşanlar, Ali Kemaller, Damat Feritler, milli mücadeleye katılmadıkları gibi kendi hainliklerini “haklı” çıkarmak için Kuvay-ı İnzibatiye’yle vatanseverlere savaş açmış, “Kağnı kamyonu yenemez.” görüşünü paylaşan, Sait Mollaların bozguncu mütareke basınıyla Kurtuluş Savaşı’nı hedef almıştır. Bugün de milletine güvenmeyenlerin, Gençliğe Hitabe’de işaret edilen “yerli işbirlikçiler”in, Türkiye’nin açığını aradığını, “muhalefet” kisvesi altında Türkiye düşmanlığı yaptıklarını görüyoruz. Ünal Çeviköz gibi mandacılık sözcüleri, Biden, ABD ve Avrupa’yı Türkiye’ye müdahaleye çağırıyor ve istiklalimizden taviz vereceğine söz veriyor, ant içiyor. Bir kısım medya kuruluşları da muhaliflik kisvesi altında Sait Molla yayıncılığı yapıyor, Amerika’dan ve Avrupa’dan paralar alıyorlar. Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’de işaret ettiği bu yerli işbirlikçilerin eylemleri tartışmaya açıldığında ise “demokrasi, insan hakları” gibi söylemlerin arkasına sığınıyorlar.
Özentilik Kimliği Olarak Üretilen “Z Kuşağı”
Bu teslimiyetçi, mankurt zihniyet, geleceğini var etmek için bir paket kimlik imal etti. Her yerde “bilimsel” diye pazarlanan bu kimliğin bilimsellikle bir ilgisi yok. Z Kuşağı diyerek dünyadaki tüm gençleri bir torbada toplamak istiyorlar. Türk gençliğini de Z kuşağına dönüştürerek tarihinden ve toplumundan koparmaya çalışıyorlar. Atatürk’süz, milletsiz, aşksız, sevgisiz, davasız, ordusuz, ufuksuz, vatansız bir gençlik imal edilmeye çalışılıyor. Gençlik, “Özgür ol, dünya vatandaşı ol, kendin ol, haydi genç, çılgın genç, özgür genç” diyerek Batı’ya biat etmeye çağrılıyor.
Gençlik hayat damarlarından koparılarak sosyal medyaya, bilgisayar oyunlarına, uyuşturucuya, tüketime bağımlı hale getirilmek isteniyor. Emperyalist merkezlerin kötü dediğine kötü, iyi dediğine iyi diyecek, ülkesini hor görecek, ülkesinden kaçmak isteyecek, “sivil toplum aktivisti” neoliberal bir kuşak tasarımı yapılıyor. Hem siyasi, hem ticari bir özentilik kimliği.
Türk Gençliği Gerçeği
Özentilik sistemin kimliği, iyiyi örnek almak ise bizim eylemimiz. Atatürk genç olmadı mı? Atatürk başkasından etkilenmedi mi? Sınıf Arkadaşım Atatürk Kitabı’nda anlatılır: Vatansever olduğu için Bursa’dan Manastır Askeri İdadisi’ne sürgün gönderilen Ömer Naci, Mustafa Kemal’i öyle etkilemiştir ki, Mustafa Kemal’i şair olmaktan öğretmeni zor caydırır. Ömer Naci, kuvvetli bir hatiptir ve şairdir. Mustafa Kemal’e edebiyatı ve şiiri sevdirir. Lisede gizli gizli Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in şiirlerini yayımlayan Mustafa Kemal zaten buna meyillidir.
Türk gençliğinin de örnek alacağı bir sürü karakter ve etkileyeceği sıra arkadaşları vardır. Erkan Yücel gibi traktör römorkunda köylerde tiyatro oynayan halkçı sanatçılar, Kıraç gibi yüreği milletiyle çarpan vatansever sanatçılar, Oktay Sinanoğlu gibi Batı çuvalını kafasına geçirtmeyen hezarfenler, tanımadığı insanlar için canını verebilen sağlık çalışanları, polisler, Mehmetçikler, Meteler, Alparslanlar, Fatihler, Namık Kemaller, Mustafa Kemaller, Tıbbiyeli Hikmetler, Onbeşilier…“Aslan eniği aslan olur.” Tarihimizde nice Alparslanlar vardır.
Türkiye Liseliler Birliği, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” olmaya özenen ve özentilikle mücadele edenlerin ocağıdır. Kekliğe özenip çantada keklik olanların değil, kendine güvenen kartalların ocağıdır.